BİN YILLIK İFTİRA - MUMSÖNDÜ


4 Ekim 2011 tarihli Aydınlık Gazetesinin 2. Sayfasında Yalçın KÜÇÜK’ün “Nur Baba” başlıklı makalesi yayınlanmıştır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Nurbaba adlı romanını okumamızın tam zamanı olduğunu bildiren Y. Küçük, (okurken) “Eyes Wide Shut” filmini (de izlememizi) şart gördüğünü, bunun bir seks ayini, daha açıkçası grup seks filmi olduğunu açıklayıp grup sekse bizim “mumsöndü” dediğimizi iddia ediyor. Küçük, filmin bir sabetayizm gösterisi olduğunu ileri sürüyor, (bu) cinsel ayin filminde Nicol Kidman’ı tekrar izleme arzusunu (büyük bir iştahla) ifade ettikten (cezaevi koşullarında normaldir mi diyelim) sonra, devam ediyor. “ister  Eyes Wide Shut filminde, isterse bizim folklörümüze giren mumsöndü ayinlerinde kıskanma yoktur” diyor. Böylece “mumsöndü”nün folklörümüze giren bir ayin olduğunu, altını çizerek izah ettikten sonra, bunun ne anlama geldiğini de örnekle anlatıyor. “İki kız iki oğlan. Birisi diğeri ile, sonra birden çiftler değişiyor, malum yerde karşılaşıyorlar, tvler gazeteler pişti oldu yazıyorlar. Pişti oynuyorlar. Eş değiştirme de diyorlar
Y. Küçük, Nurbaba adlı kitap hakkında bilgi veriyor. Y.K. Karaosmanoğlu’nun; tarikatların önce kadını ve onunla birlikte erkeği sürüleştiren tekneler olduğunu yer yer tiksindirerek, pek güzel anlattığını, tarikat teknelerinde kadının alçalmasını acıyla okuyabileceğimizi bildiriyor. Ardından Y.K. Karaosmanoğlu’nu tanımamıza yardımcı oluyor.
“Y. Kadri okula Fevziye Mektebinde başlamıştı, Selanikte kurulmuş okullardandır, ilke olarak sabetayist aileler çocuklarını gönderiyorlar. Bunun önemi, Yakup Kadri’nin Nur Baba romanı ile Bektaşilikten çok sabetayizm”i eleştirdiğine inanılmasıdır. (inanan her kimse, açıklanmıyor) İçinde böyle bir eğilim ve damar var(mış). …Sabetayizm İspanya’da sufilerle iç içe gelişmiş. …Sabetay Sevi de İstanbul’da Bektaşi tekkelerine gidiyor ve ayinlere katılıyor(muş)”. Bunları öğreniyoruz Yalçın Küçük’ten.
Bozuk Türkçesinden hangi tümcesiyle  tam olarak ne anlatmak istediğini kavrayamamışsak da, Nur Baba romanında anlatılan “mumsöndü” ayininin sabetayistlere ait olduğunu ima ettiğini seziyoruz. Sabetayizmin kurucusu Sabetay Sevi’nin Bektaşi ayinlerine katıldığını da öğreniyoruz.
Ve haliyle kafamız karışıveriyor. Sabetay Sevi’nin katıldığı Bektaşi ayini (acaba) maskelenmiş bir sabetayist ayini mi? Kim Bektaşi, kim sabetayist, mumsöndüyü yapan kim? Bu soruların cevaplarını ortada koyuyor Y. Küçük,  ve içinde bulunduğu ağır koşulların etkisiyle bir yerlere mesaj vermek niyetiyle hareket etmişse (ki, bunu kendisine asla yakıştıramıyoruz) bir taşla iki kuş birden vuruyor.
Birinci kuş; Mumsöndü ayininin sabetayistlere ait olduğu savıyla, İsrail’le savaş ihtimalinin dahi konuşulduğu şu günlerde “Yahudiliğe” çakarak birilerinin gözüne girmek ve
İkinci kuş;  sabetayistlerin Bektaşilerle iç içe (olabileceği) savını ortaya atarak, Alevilerin-bektaşilerin sabetayist olup olmadıklarınının belli olmadığını ima edip Sünniliğe selam çakmak,  
(ve kimbilir, belki bu yolla) Cezaevinden çıkmanın fikri altyapısını oluşturmak. Olamaz mı? (kendisinin bir an önce özgürlüğüne kavuşması içten dileğimdir)
Yazıyı okurken, Y. Küçük’ün farkında olmadan verdiği bazı bilgileri de ediniyoruz.
Birkaç paragraf önce, kendisiyle ilgili bir tespitte bulunuyor. Kendisi olmasa, ülkede son elli yılda önemli bir tartışma kalmaz(mış). …Yakın zamanlardaki …sabetayizm münakaşaları da kendisinin marifetiymiş. Demekki, Y.K. Karaosmanoğlu, 1922 yılında sabetayizmi eleştirmek için yazdığı Nur Baba romanının ilhamını Y. Küçük’ten almış(?).
Ve bu yazıdaki kadar saçmalayan herkes çok büyük (ama düzeysiz) tartışmaların başlatıcısı olabilir. Bu da bir marifet değil.
Dilimin iğneleyiciliğinin farkındayım.
Yalçın Küçük’le 1985 yılında karşılaştım. Mülkiye’de öğrenciydik. 12 Eylül’ün ağırlığı yeni yeni kalkıyordu. Okulumuzda bir grup arkadaş öğrenci derneği kurmuştu. Uzun bir aradan sonra öğrenciler kıpırdanmaya başlamıştı. Bugün, gerekçelerini net hatırlamıyorum, bir grup arkadaşımız açlık grevi başlatmıştı. Soğuk kış günleriydi. Açlık grevini geceleri Ankara Şehirlerarası Otobüs terminalinde sürdürme kararı almışlardı. Sanırım ikinci gecenin ilerleyen saatlerinde Y. Küçük gelerek hepsini toplayıp Kusunlar tarafındaki evine götürmüştü. O arkadaşlarımızı ziyarete gittiğimizde Yalçın Hoca’ile de evinde karşılaşmıştık. O günden sonra kendisini sempatiyle izler, kitaplarını okurdum.
Yalçın Küçük hakkında, yukarıdaki gibi alaycı bir söylem kullanmak içimi acıtıyor. Ve bundan büyük üzüntü duyuyorum. Ama yukarıdaki satırları okuduğum günden bu yana uyku uyuyamıyorum. Hoca’nın yazdıkları yüreğimi dağlıyor.
Y. Küçük’ün yazdıklarına Sn. Şakir Keçeli karınca kararınca cevap vermeye çalıştı. Y. Küçük, bu cevaba da açıklama getirdi. Roman (Nur Baba), cumhuriyet kurulmadan cumhuriyetin kültürünü önceliyor(muş), abartmamalıymışız!
Hoca’nın bu (düzeyli) satırlarına Aydınlık Gazetesinde yer verilmiş olmasını, hadi, “yüz çiçek açsın, bin fikir birbiriyle yarışsın” kabilinden kabul edelim. Ama, hazindir ki, o günden bu yana, ne bir başka Aydınlık yazarından, ve ne de okurundan, Y. Küçük’e “hocam, ne yapmaya çalışıyorsunuz” diye soran çıkmadı. Cezaevinden, ülkemizin içinde bulunduğu ağır koşullar içinde, “mumsöndü”den başka değinecek bir konu bulamadınız mı? Alevilere çalınan  (belki) bin yıllık bu karayı  dilinize dolamaktan ticaretiniz nedir? Diyen olmadı.
Amacım, Yalçın Küçük’e de cevap vermek. Bu iftira her tekrar edildiğinde, her alevi gibi, ben de cinleniyorum.
Düşünün, ve lütfen empati yapın, aleviyim. İyi sayılabilecek konumda bir bürokratım. Eşim öğretmen. Narin bir de çiçeğimiz, 13 yaşında bir kızımız var. Ona da dilimiz döndüğünce inancımızı aktarıyor, iyi bir yurttaş, iyi bir insan, iyi bir yurtsever, iyi bir Atatürk’çü ve iyi bir alevi olmasına çabalıyoruz. Ve zırt vırt bu iftirayla yüzyüze geliyoruz.
Aynı zamanda buradan haykırıyorum.
Gidin işinize!
Ne istiyorsunuz bizden? Bu ne bitmez tükenmez kin, nefret! Başka işiniz mi yok?
Bu sözlerim de öyle olur olmaz, bu karayı ağzından kaçıran herkese değil.
Örneğin, ne Güner Ümit’e ve ne de Mehmet Ali Erbil’e böyle bağırmak gelmiyor içimden.
Çünkü, birer şovmen olan bu kişilerin televizyon programlarında ağızlarından kaçırdıkları “mumsöndü” sözleri için duydukları mahcubiyeti yüzlerinde gördüm. Alevilerden özür dileyişlerindeki içtenlik her ikisinin de yüreklerinden gözlerine ve sözlerine yansıyordu. Ettiler birer hata, af dilediler. Başımızla beraber.
Üzüntümüz, bu bin yıllık iftirayı yazdıklarıyla ölümsüzleştiren aydın(ımsı)lardan yanadır.
Amaçlarımdan bir diğeri de Yalçın Küçük’ün yazısı vesilesiyle bunları da kamuoyunun dikkatine getirmek. Ve göreceksiniz, biz Alevilerin işi ne kadar zor.  
Ve bunlar, öyle, ilk anda akla geldiği gibi, meczup veya irticacı olarak nitelendirilebilecek isimler de değil. Ama, böylelerine de irticacı denip denemeyeceğini aşağıdaki satırları okuduktan sonra cevap verin.
“…Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı yapıtında, “sürü”den devletin kuruluşuna kadar geçen süreci, ailenin evrimiyle açıklamaya çalışır. Engels’e göre, önce sürünün içinde her erkeğin her kadına, her kadının her erkeğe ait olduğu ilkel bir durum yaşanmıştır….kaynaklar, Orta Asya topluluklarıyla ilgili topluca aşk törenlerini anlatırlar. “mumsöndü” bunun zamanımıza kadar uzayan kalıntılarıdır…”
Bu değerli yazar, kitabının sonunda yararlandığı 365 adet kaynağın listesini vermiş ama Orta Asya topluluklarının toplu aşk törenlerini anlatan  kaynaklardan nedense söz etmemiştir. Kaynaklarda geçiyor, de, at iftirayı, geç kenara. Mumsöndü de bunun zamanımıza uzayan kalıntısıymış. Yani zamanımızda da devam ediyor. Kaynak? Kaynak yok.
Alevilere bu ahlaksızlığı yakıştıran ama kaynağını açıklamayan ahlaklı(!), devrimci, ulusalcı, Atatürk’çü bu büyük Türk büyüğü kim. Daha fazla merakta bırakmayayım.
Doğan Avcıoğlu. Türklerin Tarihi Birinci Kitap – Tekin Yayınevi – İstanbul 1979 S. 226,227.
Buyrun, buradan yakın.
Güner Ümit, Mehmet Ali Erbil, sağdılar (Allah, sağlıklı uzun ömürler versin), hatalarını fark ettiler, özür dilediler. Vijdanlarını rahatlattılar.
Nur içinde yatsın, rahmetli D. Avcıoğlu’nun böyle bir şansı da yok. Hatasını düzeltemeyecek. Ve bu ayıp sonsuza kadar kitabını ve kendisinin adını kovalayacak. Kimbilir, “Allahın sopası yok” dedikleri de bu olsa gerek.
Sadece Yalçın Küçük, veya sadece Doğan Avcıoğlu da değil.
Necdet Saraç, 9.10.2010 tarihinde odatv.com adlı sitede “mumsöndü” hakaretini yaptığını tespit ettiği kişileri isim isim kaleme almış. İşte o uzun listeden bazı isimler ve eserleri.
-Reşat Nuri Güntekin: “Balıkesir Muhasebecisi Tanrı Dağı Ziyafeti” s. 13:  karı amma vurdu ha, eh bu da olur, Kızılbaşların mum söndü gecesi gibi tövbe olsun…”
- Hüseyin Rahmi Gürpınar: Toraman: “tanrı insanı bir kere şaşırtmasın. Herif artık bu hırtlamba karının yüzüne bakmaktan bıktı. Karşısıda dolaşan ay gibi evlatlığı görünce kendini tutamadı. Mezhebi geniş adam. Kızılbaş mıdır nedir?
- Ömer  Seyfettin. Şişhaneye Yağmur Yağıyordu: “Bırak allasen müdür bey. Bazen kanıma dokanıyor vallaha. Sen onun oruçlu olduğuna inanıyor musun? O ne hinoğluhindir o, ne kahpe dinli kızılbaştır o. Müslüman olsa acımak bilir. Ve işte o anda, tövbeler olsun, abla kardeş, Kızılbaşlar gibi sarmaş dolaş oluverdik”
Bu konuda yazılmış bir değerli eser de Soner Yalçın tarafından kaleme alınmış bulunan Efendi 2 adlı bilimsel(?) eserdir. Soner Yalçın, bu değerli eserinde, her ne kadar, Ilgaz Zorlu’nun “Evet ben Selanikliyim -1998 - s. 63’ten kitabından “mumsöndü ritüellerinin tüm sabetaycılarda uygulandığına dair hiçbir kanıt yoktur. Bunun gerçekliği de tartışma konusudur” şeklinde bir alıntı yapmışsa da, bununla, gerçekliğinin tartışma konusu olduğunu dolaylı yoldan söylediği bu ritüelin bazı sabetaycılarca uygulandığını da üstü birazcık kapalı bir şekilde ortaya koymuş(!) olduğunun, anlaşılmaktadır ki farkında bile değildir.
Efendi adlı bu eser(?)den, geçerlilikleri ve gerçeklikleri hiçbir incelemeden ve elemeden geçirilmeden, hiçbir bilimsel tespite dayandırılmadan yapılan alıntılar yoluyla; “Eski tarihi incelersek zaman içinde bu törenin gözlemlendiğini ve izlerine bugün bile rastlandığını, ön Asya’daki bir ekol mensubu grup tarafından uygulandığını görürüz. Kızılbaş  yada Tahtacı olarak tananan bu grup mensupları kendilerini bu tuhaf içki alemlerine vermek için büyük mumların söndürüldüğü gece törenleri düzenlerlerdi,,,” diye devam satırları okuma şerefini de bahşediyor bizlere.
Sorsak, yanlış anladığımızı söyleyecek, hiç şüphem yok.
(Soner Yalçın Efendi 2 - sayfa 271-272-273)
Yani, Yalçın Küçük Hocam, mumsöndüyü yapan sabetayistlerdir, Bektaşiler, aleviler, üstüne alınmasın lütfen, mealinden çabalarınız nafiledir. Sözünüzün bize olduğunu gizleyemezsiniz. Mızrak çuvala sığmıyor.
Hele de bu iftirayı sabetayistler dediğiniz yurttaşlara yakıştırnamızdaki hafiflik te cabası. Yaşınızdan, başınızdan da mı utanmıyorsunuz, hocam?
Ve belli ki, biz aleviler bu kitaplarda da yer bulan bu iftiradan kolay kolay kurtulamayacağız. Çünkü bize inanılmıyor. Bize inanılmaması öğütleniyor. Öğütlenmek ne kelime, adeta beyinlere kazınıyor.
“Bektaşiler, özellikle 1826’dan sonra kendilerini savunmuş ve hak bir tarikat olduklarını sık sık tekarlamış, tarikat geleneğinde yer alan bazı kaidelerin olmadığını iftira olduğunu yazmışlardır. Bu tarihten sonra Bektaşilikle ilgili yazılan kitapları ihtiyatla okumak gerekir.”
Demek ki neymiş? Bektaşiler, tarikat geleneğinde yer alan bazı kaidelerin, olmadığını, iftira olduğunu yazmışlar, bunları ihtiyatla okumalıymışız! Yani Bektaşiler, böyle bir kaide yok, bu iftiradır diyorlar ama siz onlara inanmayın. Tarikat geleneğinde bu kaideler var. Neymiş bu kaide, onu yazmaya dilleri varmamış. Neymiş, Yalçın Hocam bu kaide? Mumsöndü! Bravo.
İşte, “Bektaşiler, “mumsöndü iftiradır” derlerse inanmayın, bu kaide tarikat geleneğinde var “ diye öğütleyen bu eser de “Doğuştan Günümüze Büyük İslam Ansiklopedisi. Çağ Yayınları – 1990 14. Cilt S. 424, 425.
Peki bu öğütte bulunanlar, işin esasını bilmiyorlar mı? Aynı eserin 10. Cildinin 292. Ve 293. Sayfalarında yer alan şu satırlardan anlaşılmaktadır ki, biliyorlar.
Selim, sıklaşan Kızılbaş-Savevi münasebetlerini yok etmek ve Anadolu Kızılbaşlarına şiddetli bir darbe indirmek niyetinde ili. Bu maksatla Şiiliğin Ehl-i Sünnet mezheplerince reddedilmiş olduğunu halka telkin etmek vazifesini devrin ulemasına verdi. Sünni ulema, … özellikle Kemal Paşazade, risalesinde, … küfr ve irtidadına hükmedilen şah İsmail ile askerlerine karşı açılacak savaşların, diğer din düşmanları ile yapılacak savaşların aynısı olduğu ve cihat sayılacağı belirtiliyor, umumiyetle, Şiilerin öldürülmesinin caiz olup mallarının helal, nikahlarının ise batıl olduğu açıklanıyor idi”
Ansiklopedide bu kadar açıklanıyor. Anlaşılıyor ki, Yavuz Sultan Selim, Şiilik aleyhine görüşler telkin etmek için ulemayı görevlendirmiş ve ulema da küfr ve irtidadına hükmettiği Şiilerin (Anadolu’da aleviler) öldürülmelerinin caiz, mallarının helal ve nikahlarının da batıl olduğuna fetva vermiştir.
Ansiklopedide bundan fazla bilgiye yer verilmemiştir. Bu yazılanların ne anlama geldiğini anlamak için daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin, rahmetli Baki Öz’ün Can Yayınlarından çıkan “Alevilik ile İlgili Osmanlı Belgeleri” adlı kitabına da bir göz atmalarında yarar vardır. Bu kitapta göreceklerdir ki, aleviler-kızılbaşlar defterlere kaydedilmiştir. İran’la ilişkili alevilerin başka bir nedenle suçlanıp öldürülmeleri ferman edilmiştir. Dinsiz ve sapık Hurufi mezhebinden olanların öldürülmeleri emredilmiştir. Kürt Beylerinden, Safevilere bağlı dinsiz alevi-kızılbaşları kırmaları istenmiştir. Bu kitap incelendiğinde, Selim’in Anadolu Kızılbaşlarına indirdiği şiddetli darbenin mahiyeti de anlaşılacaktır.
İşte Mumsöndü iftirasının kaynağı da bu karanlık, kanlı ve acı tarih sürecinde politik amaçlarla ortaya atılan ve anlaşılmaktadır ki daha bin yıl da geçse yakamızdan düşmeyecek art niyetli tutumlardır. Bu tutumlar günümüzde de, zaman zaman acıyla öğreniyoruz ki, en yakınımızda sandığımız, dost bildiğimiz, kesimlerin kalemlerinden dökülerek karşımıza çıkabilmektedir. Adı geçen yazarlara bir daha bakar mısınız? Yalçın Küçük, Soner Yalçın, Doğan Avcıoğlu…
Soner Yalçın, kitaplarında buyurmuşlar ki, “Nejat Birdoğan gibi bir çok insan,  bu iftiralarla ilgili bir sürü kitaplar yazmıslardır. Ama maalesef bu alçak dedikoduların önüne geçememişlerdir.”
Nasıl geçebilsinler ki? Böylesine sinsi, böylesine pervasız ve böylesine toplu linç saldırıları karşısında Birdoğan gibi insanların elinden ne gelir ki?
Bu bizim çilemiz. Biz sizlerle nasıl başa çıkalım. Onun için diyorum ki, bu bin yıllık iftiradır. Gelecek bin yılki yazgımızdan söz ediyorum. Geçmişin kaç yıl olduğunu ben de bilmem. Ama eminim ki, ilerici(?) aydınlarımızın bu azim ve  kararlılıkları karşısında, biz bu iftiralardan bin yıl geçse de kurtulamayacağız. Her yeniden duyduğumuzda kendimizi biraz daha tüketeceğiz, içimizden, belki böyle benim gibi kaleme sarılanlarımız çıkıp feryat edecek, sesini duyan olacak, duymayan olacak, ama, bundan hiçbir zaman, hiçbir sonuç elde edemeyeceğiz. Çünkü siz değerli aydınlar, hükmünüzü vermiş, kaleminizi kırmış, diyeceğinizi demişsiniz. Mehmet Ali Erbil, Güner Ümit gibi özür dileme niyetiniz de yok…
Hey koca Pir Sultan!
Şu yobazın taşı hiç bana deymez. İlla dostun bir tek gülü öldürür beni…

13.10.2010
Kenan IŞIK

Bu blogdaki popüler yayınlar

COGİ BABA KİMDİR