Slavrupa Gezi Notları

Yurt dışı gezi izlenimlerimi aktarmaya çalıştığım yazılarımdan ikincisiyle tekrar merhaba diyorum.
Neresi Daha Güzel başlıklı blogumla Benelüx – Paris gezimize ait izlenimlerimi dilim döndüğünce paylaşmaya çalışmıştım.
Bu kez Slavrupa Turumuza ilişkin gözlemlerimi anımsayabildiğim kadarıyla nakletmek istiyorum.
Öncelikle gezi organizasyonuna ve ekonomisine ilişkin bir özet bilgi sunmak istiyorum.
Bir önceki yıl gezimizde olduğu gibi bu gezimizi de MNG Tur’dan satın aldık.
Gezimiz 12 – 19 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşti.
MNG Tur ve Jolly Tur misafirleri 24 kişi birlikteydik. Her iki tur operatörü firma, geçen sefer olduğu gibi bu sefer de Flyexpress isimli toptancı tedarikçi firmanın programına dahil ettiler bizleri.
Rehberimiz N.Y.ydi. Bu tür organizasyonlarda sıklıkla karşılaşıldığını artık kesinlikle öğrendiğimiz üzere bu kez de ekstra turlara olan talep azlığı nedeniyle rehberimizin kaprislerini çekmek durumunda kaldık. Yine de geçen süre zarfındaki emekleri dolayısıyla kendilerine müteşekkir olduğumuzu belirtmeliyim.
Gezimiz süresince bunun dışında bir tatsızlık yaşamadık.
Geziye Ankara’dan katıldığımızı belirtmiştim. Evden çıkıp tur sonunda evimize geri girinceye kadarki süre zarfında, aracımızın havaalanı otoparkındaki 1 haftalık otopark ücreti ve Ankara – İstanbul, İstanbul – Ankara bağlantı uçuşları  dahil, üç kişi için toplam harcamamız 12.000 TL (2.850 Euro) tuttu.
Yeşil pasaport sahibi olduğumuzdan vize masrafımız olmadı.
Gezi programı içindeki yol üstü ekstra gezilerin tamamına iştirak ettik. Bunlar Karlovy Vary (öğle yemeği dahil), Cesky Krumlov, Balaton Gölü, Tuna Nehri (yemekli tekne turu),  Viyana gece turu ve Bled Gölü gezileriydi. Bu geziler de toplam harcamalarımızın içindeydi.
Bu gezide 6 ülke gördük. Avusturya, Almanya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Macaristan ve Slovenya.
İniş havaalanımız Avusturya Salzburg’du.
Uçağımız Salzburg’a doğru alçalırken bölge yerleşimlerinin kuşbakışı görünümlerine odaklandım. Bizim birkaçbin nüfuslu kasabalarımız büyüklüğünde pek çok yerleşim yerinin koca coğrafyaya eşite yakın mesafelerle serpiştirilmiş olduğu izlenimi aldım.
Yukarıdan görüntüde ilk dikkati çeken ormanından tarlasına, köyünden kasabasından tarım arazilerine kadar her şeyde bir nizam ve intizam.
Yemyeşil bir doğa, metruk veya döküntü izlenimi verebilecek hiçbir yapının olmadığı şirin, derli toplu, düzenli, özenli, bakımlı köyler kasabalar…
Ve Salzburg Havaalanında bizi bekleyen sürpriz.
Hava yağışlı ve saat 14.00 sıcaklığı 12 derece.
12 Ağustosun Ankara’sından, İstanbul’undan çıkagelen hepimiz kalın giysiler itibariyle tedariksiz, çaresiz titreyerek pasaport kontrolünden geçip otobüsümüze kapağı attık.
İlk uğrak yerimiz Salzburg’du.

Mozart’ın doğum yeri. Yüzbin civarı nüfusuyla Dünyanın sayılı üniversite merkezlerinden.
Yüzlerce yıl öncesinden kalma evleri, sokakları, yolları, müzeleri, tarihi yapılarıyla bir huzur merkezi.

Herkes mutlu. Mutlu oldukları kent sakinlerinin tamamının gezdirdikleri köpeciklerinin hareketlerine yansımış.
Salzburg yürüyüşümüzde Old Tovn, Mozart’ın Evi, Salzburg Müzesi, Festung Hohensalzburg Kalesi, Salzburg Katedrali, Mirabell Sarayı, Doğa Sarayı ve Teknoloji Müzesi’ni gördük.
Oradan Almanya’nın Regensburg kentine geçtik.

Almanya’nın bu şirin ve küçük kentinde yaptığımız yürüyüşte Emmeram Sarayını, şehrin simgesi olan taş köprüyü, St. Peter’s Katedralini, tarihi dar sokaklarını görüp Atrium İm Park otelde konakladık.
Ertesi gün Çek Cumhuriyeti’nin Karlovy Vary kentini ziyaret edip Prag’a geçtik.
Karlovy Vary bir kaplıca kenti.
Ve Atatürk’ümüzün bu güzel kentte de izine rastladık.
1918 yılı yazında geçirdiği ağır böbrek hastalığının tedavisi amacıyla bu kentte bir kaplıcada kalmış. O tesis halen bundan yaklaşık yüz yıl önce Atatürk’ü ağırlamış olmanın gururunu paylaşıyor.

İşte o tesis.

Burada Karl Marks, Freud, Hitler, Bethowen, Mozart gibi pek çok ünlünün ayak izleri var.
Burası bir kaplıca şehri dediysek, bizim kaplıca kentlerimize pek benzemiyor. Bir kere kaplıca suyu bir ırmak olarak kent ortasından akıyor. Her taraf fokur fokur sıcak su ve buhar. Ve belki yüzlerce termal otel ve tesis.

Öğle yemeği yediğimiz lokantanın duvarındaki bu tablo, kaplıcanın keşfini konu ediniyor. Kral avdayken iyileşmez hastalığa tutulmuş köpeğinin av peşinde girdiği sudan sonra kısa sürede iyileşmesi üzerine fark edildiği rivayet olunurmuş.
Bu güzel şehirde yarım gün geçirdik. Yöre mutfağından yemekler tattık. Berrak sulu sebze çorbasına bayıldım. Et sote benzeri yemeğin tadı ise alışık olduklarımızdan farlıydı. Kızım, barbekü sosa benzetti tadını, bilemedim, ancak lezzetliydi.
Ve Prag’a varıp otelimize yerleştik.
Otelimiz kent merkezine metroyla 6 durak mesafedeki Krystal otel. Sovyet işgali döneminde askeri tesis olarak inşa edilmiş 15 (belki daha fazla) katlı, eski bir devasa bina. Eşyaları da eski. Resepsiyonda kayıt esnasında bir saat sonra vermek üzere pasaportları  topladılar ve bir saat sonra yüzlerce pasaport arasından bizimkilerini arayıp bulamadılar. Bulunana kadarki yaklaşık yarım saatlik endişeli bekleyişimiz bir asır gibi geldi. Bulundu da bir oh çektik.
Ve akşam karanlığı bastırmadan metroya binip kızımın tabiriyle Prag gecelerine aktık:)))

Metro biletinin makinadan alınması gerekiyordu ve dakikalarca uğraşıp beceremedik. Bu çabalarımız sürerken gruptan birinin “gelin gelin, bedava…” demesiyle grup psikolojisi kapsamında ve ne olduğunu anlamadan kendimizi metro treninde bulduk. Ancak bilet satıldığına göre bedava olmamalı diye kafamıza da takıldı ama olan olmuştu artık.
Şehir merkezinde indik. Çıkışta da herhangi bir bilet kontrolüne denk gelmedik.
Şöyleymiş. Bu Çek’ler, bilet satan makinalara ve insanlara güvendiklerinden (genellikle) bilet kontrolü yapmazlarmış. Biz de (galiba başka pek çok Çek ve diğerleri gibi) istemeyerek de olsa bu güveni istismar edenler kervanına katılmış olduk. Öğrendik ve bu utançla gezimizi sürdürdük. Sonraki benzer durumlarda bir kez daha böyle bir duruma düşmeyeceğimize yemin ederek. Ve de düşmedik.
O akşam ve ertesi gün öğle yemekli Vitava (Prag’ı ikiye bölen nehir) tekne turu da dahil olmak üzere gün boyu Prag’ın hemen hemen her tarafını yürüyerek gezdik ve akşam da Ortaçağ Gecesine katıldık.
Prag gerçekten bir rüya şehir.
Bu kadar güzel, bakımlı, temiz, kalabalık ama mutlu ve huzurlu bir ortam gerçekten az bulunur.

Dünyanın her yanından gelmiş korkunç bir kalabalık içinde herkes sessiz, saygılı, neşeli, mutlu…
Zarif binalar, kuğu gibi süzülen tekneler, sanat eseri köprüler, yapılar... Heykeller, mimari şaheserler…
Charles Köprüsü, Petrin Tepesi, Prag Kalesi, St. Vitus Katedrali, Eski Şehir Meydanı, Dünyanın en eski ve çalışır durumdaki astronomik saat kulesi vb. aklımda kalanlar.

Ayrıntılandırmayı gereksiz görüyorum. İnternette küçük bir gezinti yapılsa en ince ayrıntısına kadar kent hakkında bilgi mevcut.
Biz daha çok ortamda duyumsadığımız mutluluğa, heyecana ve huzura meftun olduk.
Deyim yerindeyse Prag’da kaybolduk. Gerçekten kaybolduk. Kızımın İngilizcesi ve artık iyice gelişmiş olan rehberlik becerileri sayesinde zamanında buluşma yerine vardık, ama yorgunluktan da bitap düştük.

Prag gezimizi, akşam, ortaçağ atmosferini tüm gerçekliğiyle yansıtan bir mekanda ve atmosferde keyifli bir yemekle kapattık ve ertesi gün Viyana’ya hareket etmek üzere gece yarısı kendimizi otelimize attık.
 Sabah erkenden yola çıktık.
İlk varış yerimiz Dünya Mirası listesinde yer alan Cesky Krumlov’du. Ortaçağ izlerini taşıyan bu şirin kasaba gerçekten görülmeye değer.

Kasabanın, broşürlerde Bohemya’nın İncisi olarak nitelendirilmesi nedeniyle merak ettik, öğrendik.
Çek Cumhuriyeti MS bininci yıl civarlarında hüküm süren Bohemya ve Moravya krallıklarından adlarını alan iki bölgeden oluşurmuş.
Burada başımızdan geçen bir küçük olaya değinmeden geçmeyelim.
Öğle yemeği için bir lokantaya girdik. Self servisti. Önce kasadan fişimizi ve onunla yemeklerimizi aldık. Yemeği müteakip boşlarımızı ilgili bölmeye bırakıp mekandan çıkarken  vardiya değişikliği nedeniyle kasaya yeni oturmuş asık yüzlü kadın önündeki işi bırakıp bize “tikkıt” diye bağırdı. Kasa fişi soruyordu. Önündeki ödeme yapacaklar sırasını gösterip yemekten önce fiş satıldığını anlatmaya çalıştık, diretti, “tikıt da tikıt”. Geri gittim, bereket, boşlarımız henüz alınmamış ve fişimiz de tepside duruyor, aldım, yüz ifadem ve ses tonumla anlayacağından emin olduğum bir şekilde gösterdim, geçin dedi… Birbirimizin dilinden anlamıyorduk. Ama bizim onu anladığımız gibi onun da benim ne demek istediğimi anladığından emin olarak mekandan ayrıldık.
Yorumladığımızda tipik bir ırkçı ayrılıkçı tavır olabileceğini değerlendirdik, biraz da gıyabında sövdük…
Ve karanlık basmak üzereyken Viyana’ya vardık.
Turumuzun en zayıf halkası Viyana bölümüydü.
İzleyen sabah erkenden yol üstünde bulunan Bratislava’ya uğrayıp Budapeşte’ye geçecektik.
Akşam karanlık basmak üzereydi ve büyük kısmı akşam karanlığında olmak üzere yüksek tempolu Viyana yürüyüşümüze başladık.

Hızlı adımlarla Opera, Üniversite, Parlamento binası, Holfburg ve Müzeler bölgesinde dolaşıp karnımızı doyurduktan ve sokaklarda biraz vakit geçirdikten sonra otelimize geçtik.
Gece yarısıydı.
Otelimiz Viyana’nın 21 km dışındaydı. Vardığımızda gece yarısıydı. Resepsiyonda kimse yoktu. Ortada bir sepet içinde oda anahtarları ve kimin hangi odada kalacağına dair bir liste vardı. Herkes oda numarasını kendisi öğrenip anahtarını bularak odasına geçti. Neyse ki bir sorun yoktu.
Otelimizin (Am Sachsengang Oteli) güzelliğini gün ağardığında farettik. 2 katlı, geniş bahçeli ve yeşillikler içinde bir cennet köşesi. Bina vasat, çevre harika.
Ertesi gün ilk durağımız Slovakya’nın başkenti Bratislava oldu.
Bratislava yaklaşık beşyüzbin nüfuslu bir kent. Kent merkezi tarihi dokusunu koruyor. Kentin dışına yakın bir bölgede modern ve çok katlı yapılaşmanın bulunduğu küçük bir bölge yönetim merkezi ve ofis vb. için oluşturulmuş. Bu yeni bölgenin kentin özgün mimarisini gölgelemesine izin verilmemiş. Eski şehir merkezi anlaşılmaktaydı ki yüzlerce yıldır bozulmamış, korunuyor.


Bratislava’da öğle yemeğinde yöresel yemekler denedik. Sebzeli ve makarnalı tavuk çorbasına bayıldım.
Ve Budapeşte’ye vardık. Panoramik şehir turumuzun ilk durağı Gellert Tepesi’ydi.

Buradan  Buda ve Peşte adlarıyla şehri 2’ye bölen Danube Nehri’nin iki yakası boyunca tablo gibi güzelliğiyle Budapeşte’ye kuş bakışı baktığımızda gezimiz boyunca gördüğümüz en güzel manzara olduğunda tüm grup hemfikirdi.
Gellert heykelinin havaya kalkmış iki elinde daha önce çekiç ve orak varken bunun zeytin dalıyla değiştirilmiş olduğunu öğrenmenin hüznünü yaşamın gerçekleriyle savuşturduk.
Daha sonra bu kez nehrin karşı yakasındakn Balıkçılar Kulesi ve Mathias Katedralinden kenti yine kuşbakışı seyrettik. Buradan Parlamento binasının ihtişamı ve zerafeti gerçekten göz dolduruyordu.

Gece tekne turu yaptık. Kentin her iki yakasını süsleyen mimari şaheserleri ışıklandırılmış olarak izledik.
Kentin köprülerini, opera ve kahramanlar meydanını gördükten sonra otelimize geçtik.
Otelimiz şehir merkezine 15 dakika yürüme mesafesindeki Buda yakasındaki Bara Otel’di. Bu avantajdan yararlanmak için ertesi günkü Estergon turuna katılmak yerine Budapeşte sokaklarında yürüyerek kaybolmayı kararlaştırdık.
Kahvaltıdan sonra “yolcu yolunda gerek” diyerek yola çıktık. Uzakları aradan çıkaralım diye önce Peşte tarafına geçmeyi kararlaştırdık. Öncesinde şehir haritaları üzerinden ders çalışmıştık. 2 km yürüyerek Erzsebet köprüsünü geçip vardığımız metro istasyonundan sarı hatta bilet alıp 6. Durakta inerek Kahramanlar Meydanına vardık.

Burada yaklaşık 1.5 saat vakit geçirdikten sonra metroyla kent merkezine varıp yürüyüşümüze çizdiğimiz güzergah üzerinden devam ettik.

Bilmediğimiz sokaklara girdik çıktık.
Gün boyu 28 bin adım atmış ve 22 kilometre yürümüşüz.
Irmağın iki yakasında, harita üzerinden işaretlenmiş tüm önemli merkezlere ulaştık. Vaci Caddesi (bizim Beyoğlu gibi bir yer) Parlamento binası, Opera binası, Stefan Bazilikası, Centrall Market Hall (büyük pazar), … adlarını anımsamadığım pek çok güzel meydan, park ve bina…
Fenükiye binip Buda kalesine çıktık, bir kez daha kuşbakışı kenti seyrettik.
Budapeşte sokaklarında kaybolma deneyimimiz bu tür gezilerdeki benzer serbest zamanlarda alınan keyfin unutulmaz olduğunu bir kez daha kendini kabul ettirdi. Bir de Paris ve kısmen yukarıda anlattığım bir kısa Prag akşamında bu kadar keyf almıştık.
Artık sürünerek, eşimin kesinlikle katılmayacağını kararlılıkla ifade ettiği ve kızımla akşam tekrar çıkabilme sözleşmemizle ulaşabildiğimiz otelimizde dinlenmek üzere uzandığımız yataklarımızdan sabah güçlükle uyanarak devam programına iştirak etmek durumunda kaldık.
İzleyen günkü programımız Slovenya’nın Ptuj ve Maribor kentleriydi. Önce yolumuzun üstündeki Balaton gölünü görecektik.
Balaton gölü çevresi biraz bizim Sapanca gölü çevresini andırıyor. Gölün etrafı tamamen yeşillikler içinde kaybolmuş evlerle çevrelenmiş.
Gerçekten huzur veren bir doğa, sessizlik ve güzellik… Tam emeklilik yaşamı yeri derler ya, öyle.

Kasabanın merkezi yerinde “Mustafa’nın Yeri” adlı dönerci dükkanıyla karşılaşıyoruz. Seviniyor, öte yandan nsanlarımız dünyanın nerelerinde ekmek peşine düşmüşler diye hüzünleniyoruz.
Ptuj bakımlı temiz sokakları, özenli mimarisi ve muhteşem ırmak manzarasıyla büyüleyici bir küçük kasaba.

Şirin dar sokaklarından kaleye tırmanıp manzaranın sunduğu gerçek anlamda göz ziyafetinden sonra yolumuza devam ediyoruz.
Günün son durağı Maribor. Burası Slovenya’nın 2. Büyük şehri. Nüfus yüzbin civarı. Yine son derece bakımlı, temiz ve şirin bir şehircik. Burası da bir kaplıca kenti. Kaplıca turizmiyle ünlenmiş.

Maribor’da yine yöresel yemeklerden yedik.
Kuru fasulye ve bizim İzmir köfte benzeri köftelerinin sunulduğu mekanda keyifli bir akşam yemeği saati geçirdik.
Otelimiz turumuzun en güzel oteli nitelemesini hak etti. Habakuk otel. 4 yıldızlı bir kaplıca oteli. Ancak standartları itibariyle Kemer’deki 5 yıldızlı oteller ayarındaydı. Oda konforu onlardan da öte.
Gezimizin son gün programında Slovenya’nın başkenti Ljubljana ve Bled gölü gezileri vardı. Programda Celje kasabası da vardı ancak rehberimiz “deymez” diyerek grubu ikna etti. Gezinin 8. Günü olmasının verdiği doygunluk ve bıkkınlık da söz konusu olunca bu zor da olmadı.
Ljubljana da diğer gezdiğimiz tüm şehirler gibi bir ırmağın iki yakasına kurulmuştu ve öyle olduğu için burası da çok güzeldi.

Burası Slovenya’nın başkenti. Nüfus yarım milyon civarı. Kent girişinde modern binalardan oluşan devlet kurumları ve iş yerlerinin olduğu bölgeden geçip tarihi turistik bölgeye ulaşıyoruz. Vodnik meydanı, Kale, Eski Meydan, tarihi çeşme, Dragon Köprüsü, halk pazarı vb.ni görüyoruz.
Burası bir üniversite şehri.
Irmağın iki yanına sıralanmış mekanlarda yiyecek ve içecek bir şeyler mutlaka bulursunuz.
Kalesine fenükiyle çıkma olanağı vardı ancak “yeter artık” modunda olduğumuzdan hiç yekinmedik.
Ve gezimizin son durağı Bled gölü.
Karşılaştığımız manzara tüm gezinin kremalı tatlısı gibi oldu desek yeridir.

Göl kenarında hafif çiseleyen yağmur altında yaklaşık 2 saatlik gezinti yaparak programımızı tamamladık.
Oradan Ljubjlana havaalanından dönüş uçağımıza binip yurdumuza döndük.
Gezide en çok dikkatimi çeken şey, yörede megakent olmamasıydı. Düşündüm, İstanbul misali megakentler gerçekten zulüm. Ömür törpüsü. Adamların, İstanbul’un meşakkatli yaşamı gibi bir ızdırapları, stresleri, dertleri yok.
Avrupa’nın en büyük kentlerinden bir kaçını bir araya toplayın, bırakın İstanbul’u, Ankara kadar bile etmiyor.
Fark ettim ki en büyük israflarımızdan biri büyük şehirler inşa etmiş olmak. İstanbul’u iyileştirme masraflarının büyüklüğünü düşünün, çöpe giden paradan başka bir şey değil.
Buralarda öyle bir ihtiyaç yok.
Adamlar küçük küçük, şirin, temiz, basit, bakımlı kasabalarında, küçük şehirlerinde yaşıyorlar, enerjilerini bilime, sanata, kültüre, eğlenceye, sağlığa… harcıyorlar.
Gezimizde pek çok kale gezdik. Prag kalesi, Bratislava kalesi, Cesky Krumlov gibi. Ama kale diyince Anadolu’da sarp kayalıklar üzerine inşa edilmiş, ulaşımı imkansıza yakın burçlarla maruf surlar değil. Yani kale denince gördüklerimiz Rumeli Hisarı veya Ankara Kalesi gibi yapılar değil. Kaleler daha çok, duvarlarla çevrili olup olmamaktan ziyade halen işlevsel resmi kurum binalarının toplu olarak bir arada olduğu, meydan çevresinde öbeklenmiş yapılar topluluğu gibi bölgeler. Bilmiyorum ne kadar anlatabildim.
Gezdiğimiz tüm kentlerin istisnasız hepsinin en muhteşem yapıları Opera binalarıydı.
Opera binalarının görkemi sanırım tüm Avrupa kentlerinin ortak özelliği.
Yaz gezilerinde özellikle bira sevenler için yöre gerçekten harika. Bira fiyatları suyla hemen hemen aynı. (sembolik bir fazlalık var). Ve buraların birası hem çok çeşitli ve değişik tatlarda ve hem de gerçekten alışık olmadığımız tatlarda olsa da içimi güzel ve hoş…
Ve gezi süresince yol boyu tarım bölgelerini gözlemeye çalıştım.
Tarımda müthişler. Hayvancılıkta da öyle.
Çalışıp üretiyorlar diye düşündüm.
Bizde ek fındığı, çayı, cevizi, zeytini, portakalı… yat, seneden seneye ürün topla…
Tarım zihniyetimiz de tembellik üzerine temellenmiş.
Benim gördüğüm, onlar böyle yapmıyorlar. Her an ekme ve hasat derdindeler. Ve bunları da kurumsal
Her neyse. Uzatmayalım, gezdik, eğlendik, gördük. Dilerim herkese nasip olsun. Sağlıkla kalın.



Bu blogdaki popüler yayınlar

COGİ BABA KİMDİR

BİN YILLIK İFTİRA - MUMSÖNDÜ