BALKAN GEZİ NOTLARI
Uzun zamandır planladığımız Balkanlar Turumuzu
gerçekleştirdik. Araya uzun yaz tatili de girince notlarımızı yazıya
dönüştürmek uzadı…
7 gece 9 günlük turumuzda 8 ülkeden 24 şehir görme fırsatına
kavuştuk.
Öncelikle Balkan gezisi yapmak isteyebilecek sevgili
okurlarıma gezinin mahiyeti ve maliyeti hakkında kısa bir bilgi sunayım.
Turumuz otobüsle gerçekleştirildi ve Ankara kalkışlıydı.
Yunanistan, Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan, Bosna Hersek,
Sırbistan ve Bulgaristan üzerinden dolanıp yurda döndük. Kişi başı 500 Euro tur
firmasına ödedik. Kahvaltı ve akşam yemekleri fiyat kapsamındaydı. Öğle
yemekleri için de kişi başı ortalama 100’er Euro yeterli geliyor. Yani bize
yetti. Yeşil pasaportu olmayanlar için 125 Euro vize masrafını da dikkate almak gerekir.
Kaldığımız otellerin tamamı 4 yıldızlıydı. Belirtmek gerekir
ki bu otellerin bazıları bizdeki 3 yıldızlılar muadili. Ama bizdeki 4 yıldızı
otellerden daha iyilerinin bulunduğunu da teslim etmem gerekir.


Maddi olanakları elveren ve konuya ilgi duyan herkes için bu
bütçeyle son derece keyifli, eğlendirici, bilgilendirici ve düşündürücü bir
tatil olabiliyor.
Ben ve eşim emekli olduktan sonraki her yaz yaklaşık aynı
meblağa gelebilecek bir deniz-otel tatili yerine bu yolu tercih ettik, kısmetse
sürdürmek istiyoruz. Tabi biricik kızımızla birlikte… Ve O’nun yabancı dili
sayesinde rahata da kavuşarak:)
Bu üçüncü yurtdışı gezimiz oldu. Görme olanağı bulduğumuz
ülke sayısı 18 oldu.
Bu gezilerde bir yandan program kapsamında tarihi, turistik
yerleri görürken öte yandan sokaktaki yaşamı gözlemeye çalışırım.
Önce gördüğümüz güzelliklerden kayda dağer bulduklarımız
hakkında kısa bilgiler sunmak isterim. Sonra, ilgimi daha çok çeken asıl konuya,
oralarda yaşama dair birkaç gözlemimi aktaracağım.
Gezimizin ilk gününde Yunanistan’ın Dedeağaç, İskeçe, Kavala
ve Selanik kentlerini gördük.
Dedeağaç’ta kahvaltımızı yaptık. İskeçe’yi
panoramik olarak gördük, Kavala’da Kavala’lı Mehmet Ali Paşa ve Pargalı
İbrahim’in kente damga vurmuş yapıtlarını gördük.Güney Makedonya olarak adlandırılan bu bölgede Büyük İskender’in yaklaşık ikibinbeşyüz yıl öncesinden sarkan etkisini görmemek de olanaksız…

Yol boyu köylerde ve kent içinde her yerde Türk varlığını
olanca ağırlığıyla hissediyorsunuz.
Selanik, sahil yolu tam bir İzmir Kordon boyu…
Ve tabi Selanik demek Atatürk demek. Atatürk’ümüzün doğduğu
evin odalarındaki havayı teneffüs etmek, çocukluğunda oyun oynadığı ağacın
gölgesinde o günleri düşlemek, Zübeyde hanımın, Ali Rıza Bey’in aziz hatıralarını
yad etmek tarifi olanaksız hüzün, gurur ve övünç olup boğazınızda düğümleniyor,
oradan göz pınarlarınıza hücum ediyor…
Selanik’te geceledikten sonra sabah Makedonya’ya hareket
ediyoruz. İlk durağımız başkent Üsküp…
Yugoslavya’nın dağılmasından veya dağıtılmasından sonra
bağımsızlığına kavuşan ülkede Büyük İskender idolü ekseninde bir millet
yaratmanın abartılı çabasını kentin her yanına serpiştirilmiş heykellerden
anlamak mümkün. Şehir merkezi bir yandan şatafatlı devlet daireleriyle ve öte
yandan çoğu Büyük İskender ve biraz da Rahibe Teresa tasvirlerine ait olmak
üzere pek çok heykelle donatılmış durumda…
Ya da bu yönelime dair bir “şantiye”
görünümünde demek daha doğru…
Kentte yoğun Osmanlı
– Türk etkisini hissetmemek mümkün değil… Ankara’nın Hamamönü semtini andıran
mimari dikkatlerden kaçmıyor. Ve her yerde Türkçe bilen insanlar… Ve haliyle yemekler de tanıdık. Üsküp’te kebap
ismiyle bilinen köfte bizim İnegöl ve Akçaabat köftelerimizin farklı ustanın
elinden çıkmış bir rengi gibi… Mostar bahsinde değinmeyi unutabilirim, benzer
lezzetlerden “cevapi” olarak adlandırılan köfteyi de Mostar’da tatma şansı
bulmuştuk.
Teteova kentindeki son derece zarif Alaca Camii
ve Harabati
Baba Bektaşi Tekkesinde her şey o kadar tanıdık ki, kendimizi yurdumuzda hissediyoruz.
Geceyi Makedonya’nın Ohrid gölü kenarındaki güzel sahil
kasabası Ohrid kentinde geçiriyoruz. Ohrid, belki güzel Datça’mızı andıran bir
tatil beldesi havasında ve görünümünde…
Akşam, liseli çağlarda çocukların Makedon Folklör
ziyafetleriyle ağırlanıyoruz. Pek çok müzik ve dans Rumeli türkülerimizden ve
oyunlarımızdan izlerle son derece tanıdık.
Gece Ohrid gölü kenarındaki güzel kafede içeceklerimizi
yudumlarken yörenin yurdumuzla mukayesesi konulu sohbette saatlerin nasıl
geçtiğini fark edemedik.
Sabah tekne turuyla gölden kentin doğal güzelliklerini ve sokaklarında
gezintiler yaparak Osmanlı konaklarının yaydığı havayla tarihimizden ve
kültürümüzden esintiler eşliğinde kendi dünyamızdan havamızı bir kez daha teneffüs
ettikten sonra Arnavutluk’a doğru yola çıkıyoruz.
Tekne turunda Yugoslavya’nın kurucusu ve Dünya
Bağlantısızlar Hareketi’nin lideri efsane devrimci Tito’nun göl kenarındaki
evini gördük. Ev, Antalya falezlerine benzeyen bir yükseltinin üstünde mütevazi,
küçük, tek katlı ve belki birkaç odalı, ülkemizde her yerde görebileceğimiz
sıradan evlerimizden farksız…
Esasen konut anlayışına ilişkin olarak Tito’nun evinde
somutlaşan tevazunun,bu gezimizde gördüğümüz coğrafyanın tamamında bir genel
özellik olduğunu belirmem gerekir.
Arnavutluk, Tiran, Enver Hoca… adları, ergenlik dönemimize
tekabül eden 12 Eylül öncesi hızlı devrimcilik günlerimizdeki ateşli
tartışmalarımızın vazgeçilmezlerindendi. Üzerlerinde o kadar çene
patlattığımız, bilir bilmez ahkam kestiğimiz, hayallerimizin büyülü yöreleri ve
öğretimizin 5. Büyük ustası olup olmadığı üzerinden diğer fraksiyonlardan
arkadaşlarımızla birbirimizi kırıp üzdüğümüz Enver Hoca’nın eserinden izlere
tanıklık etmenin heyecanına kapıldım.
Yol boyu gözümü bir an ayırmadım otobüsün camlarından… Her
anı, her yanı hafızama kaydetme stresi içinde yorulduğumu hissettim bir an…
Bazılarımızın Mao’cu, bazılarımızın biraz Troçkist ve daha
düşük dozda Mao’cu, bazılarımızın keskin ve katıksız Enver Hoca’cı,
kimilerimizin Sovyet’çi olduğumuz günlerdi.
Sloganlardan ve bazı kitapların sayfa numaralarıyla süslü,
ezber, basmakalıp cümlelerden ibaret sohbet anılarım otobüsün pencerelerinden
akıp giden manzaralar içinde belirdikçe yüzüme bir gülümsemenin yayıldığını
hissediyordum.
Anılar depreştikçe o coşkulu ama aynı zamanda çok acılı
dönemde kimi canını ve kimi geleceğini kaybetmiş arkadaşlarımın belleğimde
beliren yüzlerinin duyumsattığı acıyla hissettiğim iki damlanın yüzümdeki gülümsemeyi
hüzne ve dalgınlığa çevirdiğini fark etmem uzun sürmedi.
Arnavutluk sınırlarından içeri girdiğimiz andan itibaren
geçtiğimiz yüksek dağlarla kaplı coğrafyanın Karaman – Mut üzerinden Silifke’ye
giderken görülen manzarayla benzeştiği hissine kapıldım.
Yol boyu Neratva Nehri’nin bir sağından bir solundan
giderken coğrafyanın sunduğu görsel ziyafetin bir benzerini şu yaşıma kadar
tatmamış olduğumu itiraf etmek zorundayım. Ve bu arada Tito’nun lideri olduğu
Partizan örgütü eliyle Adriyatik
kıyılarına tek çıkış yolundan ulaşmasını engellemek üzere, Nazi askerleri ve
teçhizatıyla dolu trenle birlikte nehre gömdüğü Nevatra Köprüsünün ve havaya
uçurulan lokomotifin enkazını görmüş olmakla müthiş bir ayrıcalık hissine
kapıldım.
Sosyalizmin yıkılışı ve Yugoslavya’nın bölünüşünden sonra
birbirine düşman edilen, veya kimbilir sosyalizmin yıkılmasına kaynaklık etmiş
olabileceği akla gelen tüm etnik unsurları Partizan örgütünde bir araya getiren
ve 35 yıl boyunca bir arada tutmayı başaran Tito’nun bu efsane eylemini anlatan
“Nevatra Köprüsü” filmini anımsayıp bir kez daha izlemeye karar verdim.
Arnavutlukta Rahibe Teresa önemli bir ulusal kişilik olarak
pek çok heykel üzerinden sembolize edilmiş.
Yaklaşık olarak Polatlımız büyüklüğünde olan Elbasan ilinden
geçerek Tiran’a varıyoruz.
Tiran sokaklarında şiddetli yağmur altında
yağmurluklarımızla koşturmacamız tatlı bir anı oldu.
Tiran modern ve estetik kent görüntüsü kazandırma
çabalarının anlam kazanmasına örnek bir güzel şehir. Avrupa’nın her yerinde
olduğu gibi burada da Opera Binası şehrin en merkezi yerinde en ihtişamlı yapı.
Ancak elbet Viyana, Budapeşte vb. opera binalarıyla emsal olabilecek bir mimari
özellik söz konusu değil.
Kent meydanı çok güzel.
Tiran’a varıncaya kadarki Arnavutluk izlenimlerimi şöyle
özetleyebilirim.
Ülke iki ana bölümden oluşuyor. Birincisi kırsal kesim ve
ikincisi de Tiran şehri. Bu ikisi arasında, kısa gözlemlerim neticesinde
gördüğüm büyük fark, gelişmişlik düzeyine dair.
Arnavutluğun kırsal kesimi son derece geri kalmış ve yoksul…
Bunu köylerin, kasabaların genel görünümünden çıkarsama yaparak söylüyorum.
Tiran dışındaki tüm yerleşimler bizim günümüzdeki Tercan,Karlıova, İmranlı…
emsali bakımsız ve yoksul yerleşkeler. Evler genellikle tek katlı ve bizim
geleneksel kendi yağında kavrulan insanlarımızın mütevazı köy evleriyle tıpatıp
aynı.
Tiran ise yarım milyon civarı nüfusuyla, imarı ve
mimarisiyle, bu coğrafyanın diğer nisbeten daha fazla gelişmiş ülkelerinin
şehirlerinden farksız denebilecek düzeyde bakımlı ve güzel. Yine kendi kısıtlı
gözlemlerime dayanarak şunu söylemeye cesaret edebiliyorum ki, kırsal
bölgelerle Tiran arasındaki bu gelişmişlik farkı sosyalist dönemde de en az
bugünkü kadar mesafeli olmalı.
Arnavutluk kırsalında yollar son derece yetersiz, demir yolu
köhne.
Tiran ise geniş caddeleriyle metropol özellikleri gösterebiliyor.
Ve İşkodra’ya hareket ediyoruz. Balkan savaşları sırasında
Osmanlı’nın bölgede tutunma çabasının kahramanlarından Hasan Rıza Paşa anıtı ve
kabri ziyaret ettiğimiz yerlerden.
Bir çınar altı kafede ailece eğlenceli bir akşam geçirdik.
Geceyi burada geçiriyoruz. Arnavutluk’un
yaklaşık yüz bin nüfuslu en eski yerleşimlerinden olan kent, akşamlarına büyük
canlılık kazandıran, oturumları sokaklara taşmış çok sayıda kafe, bar…
zenginliğine sahip. Sakin ve eğlenceli.

Bar ve Petrovac Karadağ’ın Adriyatik kıyısındaki küçük
şehirler. Yamaçlara yayılmış Karadeniz ilçelerimizin daha az yeşillikli
hallerini andıran şehirler. Budva yörenin Bodrumu olarak nitelendiriliyormuş.
Eğimli, taşlık, büyükçe ve çok kalabalık plajıyla her neresine benzetiliyorsa,
en fazla Bodrum’un herhangi bir mahallesi filan gibi olsa gerek… Ancak turizmin
çok canlı olduğu net.
Budva yakınlarında Stefan adası



Akşamüzeri Bosna Hersek’in Trebinje kentine varıyoruz.

Trebinje, aynı isimli nehrin iki yakasında kurulu on bin
civarı nüfuslu bir şirin kasaba. Sokaklar kalabalık ve canlı… Ancak gezdiğimiz
diğer yörelere kıyasla biraz daha muhafazakar bir yapıda olduğu izlenimi
edindik. Kafeler neredeyse haremlik-selamlık görüntüsü verecek derecede ayrı
ayrı kadın veya erkek yoğunluklu müşterileriyle dikkatimizi çekti. Belki
de o an böyle bir şeye tesadüf ettik.
Çok emin değilim. Akşam gezimizi kısa kesip otelimize döndük.
Bosna; Boşnak’ları, Hersek, Hırvatları ifade etmekteymiş.
Bosna Hersek, ağırlıklı olarak Boşnak ve Hırvat etnik grupların ülkesi.
Ertesi gün Bosna Hersek’i gezmeye devam ettik.
Ardından doğa harikası Blagay’da belki bu geziyi yapma olanağına kavuşmamızda
yüzlerce yıl öncesinden emeği olan Sarı Saltuk Baba Tekkesini ziyaret ettik.Ardından Mostar’ı dolaştık. Tarihi Mostar Köprüsünü ve kentin tarihi bölgelerini gezip Saraybosna’ya hareket ettik.
Saraybosna, Yugoslavya’nın bölünmesi sonrası savaşın
dehşetini uzun süre yaşamış. Sırp keskin nişancıların yıllarca sokaklarda insan
avladıkları günlerin anıları henüz çok taze. Kentte etnik ve dinsel farklar
kaynaklı gerginliğin izlerini yerel rehberlerin ajitasyonlarında yoğun olarak
görmek mümkün. Hatta kentin en işlek caddesinde” Saraybosna Kültürlerinin
Buluşma Noktası” adıyla konmuş olan işaret gerçekte bir ayrışmanın kanıtı gibi
duruyor.
Şehir çok canlı ve güzel. Zengin bir tarihi mimari yapı var.
Türk, İslam, Avusturya mimari yapıtlar çok sayıda. Camiler, katedraller,
medreseler, hanlar, saat kulesi, kütüphane, sönmeyen ateş… gibi pek çok
turistik ziyaret noktası mevcut. Birinci Dünya Savaşının ilk kıvılcımı olan bir
sırp suikastçinin Avusturya Macaristan veliahtını öldürmesine konu Latin
köprüsü de burada.
Gezimizde Bosna’nın kurucusu Alia İzzet Begoviç’in anıt
mezarını da ziyaret ettik.

Osmanlı’nın gerileme devresinin başlangıcını oluşturan
Karlofça antlaşmasının yapıldığı Karlofça kasabasını da ziyaret edip başkent
Belgrad’a geçiyoruz.

Sırbistan, sosyalist Yugoslavya’nın lokomotifi ülke. Ve
Belgrad da buranın başkenti.

Tito’nun kabri de burada. Ancak görme fırsatı bulamadık.
Tito; “bir arada yaşayabiliriz” demiş ve bunu belki yarım
asır boyunca hayata da geçirmiş. Ancak sosyalizm yıkıldı, Yugoslavya dağıldı,
ortalığı kan ve gözyaşı kapladı.
Bu günleri o günlere tercih eden, çok, hatta belki daha çok
kişi var.
Konu derin ve uzun.
Geçiyoruz.
Belgrad, Yugoslavya’nın (bize göre batılı güçlerce diyelim)
dağıtılmasına dönük taarruzun izlerini korumaya çalışıyor. Nato
bombardımanlarıyla yıkılmış Genel Kurmay Karargahı ve Savunma Bakanlığının
enkazı olduğu gibi bırakılmış…
Sokaklarında uzunca bir yürüyüş yaptığımız Şehir,
Osmanlı’dan yoğun izler taşıyan Kalesiyle, Kale Meydanıyla, Kalenin
burçlarından Tuna ve Sava nehirlerinin sunduğu görsel şölenle gezimizin
unutulmazlarından oldu.
Akşam üzeri alacakaranlığında başlayıp ay ışığında devam
eden Tuna-Sava tekne turumuz ise tek kelimeyle doyumsuzdu.
Ve kapı komşumuz Bulgaristan’a geçtik.
Bulgaristan daha düne kadar bizim ülkemizin sınırları
içindeymiş. Vefat ettiği günü anımsadığım Nazo babaannemin çocukluk-ergenlik
günleri döneminde bağımsızlığına kavuşmuş. Ve Ülke o andan itibaren Başkent
Sofya’da hızlı bir imar çabası içine girip oldukça da mesafe katetmiş.
Sofya sokaklarında dolaşırken Ankara’yı düşündüm.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da da Sosya’dakine benzer bir çaba içine
girilmiş. Eski Meclis binamız çevresinde yoğunlaşan Ankara Palas, İş Bankası,
Valilik, eski Maliye Bakanlığı, Ziraat Bankası, Küçük Tiyatro, Opera, Turizm
Bakanlığı, Etnoğrafya ve Resim Heykel Müzeleri, Gar… gibi Ankara’mızın en güzel
binaları o dönemde yapılmış. Sonra… Sonra üstüne tek bir çivi bile çakılmamış.
O güzel kentleşme girişimi ise hoyrat beton ve cam heyulaların arasında
kaybedilmiş durumda.

Başkentin merkezinin bizim başkentimizin merkeziyle mukayese
edilmesine olanak yok. Ve ne yazık ki, yüz yıl sonra, yani bugün dahi bizde
böyle bir vizyon yok.


Ve uzun tır kuyruğunun yanından geçip Kapıkule’den yurdumuza
giriş yapıyoruz.
Gelelim sokağa ve sosyal atmosfere dair gözlemlerimize…
Gezdiğimiz coğrafya bir “Osmanlı bakiyesi…”
Bölgeyi yaklaşık 1350’li yıllardan başlayarak dağılma
sürecine ve büyük oranda Balkan savaşlarına dek yöneten Osmanlı-Türk olgusunun etkisine, halen tüm coğrafyaya yayılmış mevcut
belki binlerce Türk köylerinden ve tamamiyle yok edilememiş dönem
yapılaşmasından tanıklık etmek mümkün.
Türkler bölgede Türkmen Bektaşi babaları, gazileri…
aracılığıyla Osmanlı’dan önce varlık göstermeye ve etkili olmaya başlamışlar.
Osmanlı’nın egemenlik kurmasıyla da tüm coğrafyaya ve sosyal yaşama belli
ölçüde nüfuz etmişler.
Tüm Balkan coğrafyasında bir ölçüde Türklerin iskan edilmesi
politikasının izlenmiş olduğu anlaşılıyor. Bu yerleşim sayesinde bölge halkları
arasında İslam dinine bir oranda yönelim olduğu, Bölgenin kadim halklarından
bir kesiminin, sözgelimi Arnavutların ve Boşnakların büyük oranda İslam dinini
benimsedikleri görülüyor. Bunların büyükçe bir kesiminin de Bektaşilik inancına
sahip oldukları anlaşılıyor. Ancak esas olarak yöre insanının yaşam tarzına pek
müdahale edilmemiş olduğu, bir tehcir ve asimilasyon politikasının izlenmemiş
olduğu, bütün bunların sonucunda Türklerin nüfusun çoğunluğunu oluşturarak
bölgenin tamamında hükümranlığının kalıcı olmasına yetecek güce kavuşma olanağı
bulamamış olduklarını söylemek de sanırım yanlış olmaz. Ve Fransız İhtilaliyle
yayılan milliyetçilik dalgasının batılı emperyalistlerce de desteklenen
ayaklanmalara döndürülmesi sonucu Bölge elimizden çıkmış.
Bugün bölgedeki Müslümanlar içinde tarikatların etkin
oldukları görülüyor. Arnavutluk’ta Rufai tarikatının ve bir ölçüde FETÖ’nün,
Makedonya’da özellikle FETÖ’nün ve tüm coğrafyada selefi-vehhabi etkisinin
izlerini görmek mümkün.
Sonra, özellikle ikinci dünya savaşı sürecinde bölge,
İtalyan faşizminin ve Hitler Almanyasının işgaline uğramış. İşgallere karşı
mücadele koşulları ve süreçleri içinde ortaya çıkan Mareşal Tito, Enver Hoca,
Dimitrov… gibi ulusal önderler Sosyalist Sovyetler Birliğinin de desteğiyle
ülkelerinin işgallerden kurtarılmasının öncülüklerini yapmış olmanın verdiği
güçle (Yunanistan dışındaki) bölgelerinde sosyalizmi kurmuşlar. Berlin
Duvarının yıkılmasıyla Yugoslavya dağılmış, Arnavutluk ve Bulgaristan’da
sosyalist rejimler son bulmuş…
Ülkelerini 30 yıldan fazla yönetmiş olan, sosyalizm denemesi son bulmakla birlikte en
azından Arnavutları ulus olma bilincine kavuşturan Enver Hoca’nın kabrinin
mahalli mezarlıkta olması ve Anıt Mezarının ise boş bırakılarak yıkılmaya terk
edilmiş olması koltuğa ölümüne sarılan siyasetçiler için emsal olur mu ki?
Yugoslavya’nın dağılma süreci, yaşları bugün 30’ları henüz
aşmış olanların televizyonlarından canlı izledikleri kanlı iç ve dış savaş
görüntüleri eşliğinde büyük acılara kaynaklık etmiş.
Tito, “birlikte yaşayabiliriz” demiş… Ancak bu ifade dahi
binlerce yıllık tarihsel çekişme sonucunda şekillenmiş olan pek çok etnik ve
dini topluluklar arasında farklılaşma ve çıkar çatışmasının bir uzlaşıya
kavuşturulmasının zorluğunu ortaya koymaya yetiyor.
Ve birlikte yaşamanın zorluğunun dışa vurumu gecikmemiş
haliyle…
Bosna sınırları içinde, Sırbistan’da, Hırvatistan’da savaşın
dehşetinin bütün izlerini, evlerdeki, diğer binalardaki top, tüfek mermisi
izlerini ve bombardımanlardan kaynaklı yıkımları halen her noktada görmek
mümkün.
Karşılıklı devasa “şehitlik”ler mevcut…
Ve o günlerin yol açtığı etnik, dinsel ve mezhepsel
kutuplaşmanın ve ayrışmanın halen tüm bölgeyi fitili ateşlendiği anda patlamaya
hazır bir barut fıçısı kıvamına getirmiş olduğunu görmemek de olanaksız.
Gezimiz esnasında Makedonya, Saray Bosna ve Belgrad’da kafilemize refakat eden
yerel rehberlerin halen büyük bir hamasetle diğer etnik ve dini topluluklar
aleyhine söylevler çekmeleri de bu duruma işaret eden güncel tanıklıklarımız
oluyor.
Bölgede 40- 50 yıl kadar devam eden sosyalist dönemin izleri
halen son derece canlı.
Sosyalist dönemde inşa edilen devasa cüsseli tek tip
apartmanlardan oluşan on binlerce konut
halen kullanılıyor. Ancak bu binaların tamamına yakınının dış görünümleri harap
halde… Son derece bakımsız ve döküntü olan bu binaların daha kaç yıl ayakta
kalabilecekleri gerçekten şüpheli…
Binaların dışı için boya, sıva tamiri, tadilat.. hiçbir
şekilde söz konusu değil… Sorunun bizdeki gibi kat maliklerini bir araya
getirebilecek bir “kat mülkiyeti kanunu” eksikliğinden kaynaklanıyor
olabileceğini düşündüm…
İlk bakışta hemen anlaşılıyor ki, bu yapılar zamanında
bizdeki konut kooperatiflerinin, Emlak Kredi Bankasının ve günümüz TOKİ’sinin
yapılaşma modellerini andırıyor… Ölçek olarak ise çok daha ileri sayıya ve
hacme ulaşmışlar.
Bizden onyıllarca önce, bizim bugünkü Ataköy’ümüz,
Ataşehir’imiz, Başakşehir’imiz benzeri yerleşimler ve on binlerce konut yapmış
ve yerleşmişler… Binaların dış görünümleri böyle, ancak dairelerin her birinin
çok küçük olduğu da yine dışarıdan bakılınca dahi anlaşılıyor… Dayanıklılıkları
itibariyle güvenilirliklerini yitirdikleri anlaşılan bu devasa konut stokunun
önümüzdeki yıllarda bulundukları şehirler için büyük sorunlara kaynaklık
edeceği ortada…
Mukayese edecek olursak, Türkiye’nin yapı stoku son derece
genç, bakımlı ve sağlam… Balkan coğrafyasından sonra, yani daha geç kentleşmeye
başlamış olmanın sağladığı bir avantajlı üstünlüğümüz bulunduğunu söylemek
abartı olmasa gerek…
Hele de İstanbul’un, Ankara’nın her yerinde pıtrak gibi
biten rezidansların, sitelerin benzerleri oralarda zaten söz konusu değil.
Balkan coğrafyasında insanlar, kırsal kesimde, bizim onlarca yıl önceki köylerimizdeki
kasabalarımızdaki evlerin benzerlerinde yaşıyor. Kentlerde de genel
görüntünün, 20 yıl önceki Çiğli,
Çengelköy, Gültepe… gibi semtlerimizle benzer olduğunu söylemek mümkün…
Şu kanaate vardım.
Türkiye’mizde yoksul, zengin fark etmez, hiç kimsenin evi
Balkan coğrafyasındaki insanların evlerinden daha kötü değil. Köyü, semti için
de bu tespit geçerli…
Hatta bizdeki lüks ve aşırı pahalı konut merakını,
Balkanlardan Türkiye’ye bakınca anlamak gerçekten zor…
Balkanlarda başını sokacak bir konuta sahip olma fikri,
bizdeki ömür boyu borçlanmak pahasına daha büyük, daha gösterişli, daha
şatafatlı bir evde oturma tutkusu ve takıntısıyla yer değiştirmiş gibi…
Şehir gezintilerinde muhatap olma durumunda kaldığımız
esnafın istisnasız tamamı kaba ve küstah… Genelleme yapılamaz belki ama bize,
yani bana denk gelenlerin tamamı (toplamda birkaç kişi) öyleydi.
Bölgenin tamamında tarımın ve hayvancılığın bizden ileri
olduğunu “yol boyu” müşahede etmek mümkün. Sanayileşme konusunda bizden geri
olduklarını da yine yol boyu gözlemlerimize dayalı olarak söylemek mümkün.
Mimaride ve kent estetiğinde açık ara önde olduklarını
söylememek ayrıca haksızlık olur.
Ancak şehirlerin güzelliği biraz da tabiat ananın
cömertliğiyle ilgili… Bölgedeki her bir ırmağın taşıdığı su miktarı bizdeki tüm
ırmakların, Fırat’ın, Dicle’nin, Kızılırmağın ve diğer tüm nehirlerimizin
toplamından fazla olsa gerek.
Ve bu devasa ırmaklardan pek çoğu tüm coğrafyaya
binyıllardır güzellik ve zenginlik kaynağı olmuş… Bu güzel akarsuların her iki
yakasında kurulmuş şehirlerin güzel olmaları zaten kaçınılmaz…
Yollar son derece kötü… henüz emekli olmuş ve yurdumuzun her
noktasına defalarca seyehat etmiş biri olarak söyleyebilirim ki, en ücra
köşelerimizdeki en kötü yollarımız dahi Balkan coğrafyasında yollardan daha iyi
durumda… Açıklama sanırım yetersiz kaldı. Çok çok daha iyi durumda… Bu konuda
batı Avrupa’yla aramızda az bir mesafe kalmış. Balkan coğrafyasıyla ise
mukayese dahi edilemeyiz. Öndeyiz.
Pek çok doğal ve tarihi zenginliğe tanıklık ettik. Ancak
şunu açık yüreklilikle ifade etmek gerekir ki, Türkiye’miz Balkanlara beş
çeker… Bizim ören yerlerimiz, doğal zenginliklerimiz insani hasletlerimiz,
kültürümüz, renklerimiz… kesinlikle eşsiz…
Bu parçalı, yoksul, gergin, kavgalı ortamdan Türkiye’mize
döndüğümüzde Ülkemizin ve 80 milyonluk ailemizin kıymetini iliklerimize kadar
duyumsamış olduğumuz hissettim…
Tamam, belki gelir dağılımında eşitsizlik, terör, hukuk,
eğitim… vb. alanlarda halen büyük eksikliklerimiz var ancak bunlar
aşamayacağımız sorunlar değil. Önce özgür ve bağımsız vatanımızda huzur içinde
bir arada yaşamak ve birlikte geleceğe yürüme duygusu… Sonrası gelir.
Özetle şu sonuca varmak mümkün…
Güzel ülkemizde birliğimizin, dirliğimizin kıymetini
bilelim… Güncel kısır tartışmaların ve
çekişmelerin hengâmesinde hangi zenginliklere sahip olduğumuzu gözden
kaçırmamalı, bu güzel ülkede birlik ve dayanışma içinde yaşama bilincimizi asla
yitirmemeliyiz.
Fikir ayrılıklarımız elbet olacaktır. Ancak bunun kavgalara
kaynaklık etmesine artık daha fazla fırsat vermemeliyiz.